Mücerredât / Bir Arş-ı vehim...

Kendi kurgulayıp yazdığınız fanfictionları paylaşabileceğiniz, başkalarının paylaştığı ficleri eleştirip yorumlayabileceğiniz, birbirinizin gelişimine katkı sağlayabileceğiniz bölüm.

Mücerredât / Bir Arş-ı vehim...

Mesajgönderen Kafkaesque tarih Pzr Eyl 21, 2014 7:45 pm

Mücerredât / Bir Arş-ı vehim.

Tinsel dünyâdan gayrı hiçbir mevcûdiyet yoktur; duyular dünyâsı adını verdiğimiz şey, aslen tinsel dünyâdaki şerdir ve şer adını verdiğimiz şey, ebedî inkişafımız bünyesinde bir lahzanın zaruretidir.

- Franz Kafka



İlk kısım:

"Ne kadar sınıra tabi bir satıh, şu üzerinde vücut bulduğumuz...

Bu lâfı duyduğum anda altüst olmuştu bugüne kadar duyduğum, bildiğim, tecrübe ettiğim bütün dengeler. Kundaktayken dahi özgür hissetmişken ruhum, nasıl da bir anda alegorik sınırlara esir düşmüştü... İçim içimi yiyordu ve bu ahvalden kurtulmak için bir çıkar yol, bir çâre arıyordum harıl harıl. Evvelâ kitaplara sarıldım büyük bir coşkuyla. Sandım o lâfı eden herif her kimse, insanı altına sokacağı derin baskıya da bir çözüm sunuyordur.

Halt etmişim.

Ulaşabileceğim menzilde olup erişim fırsatına nâil olduğum her kitabı yoğun bir kendini adamışlık içerisinde okumuş, lâkin elim bomboş oturmuştum bilinmezlik yığınımın üstüne. Yetmezmiş gibi bibliyoman sıfatı edinmiş, akranlarım tarafından eziklenip hor görülmeye başlanmıştım. Bir tâne bile arkadaşım kalmayıncaya değin devâm etmişti bu durum. Bir şeylerin yanlış gittiğini sezmiş bulundum ve yönümü değiştirmeyi ciddi olarak düşünmeye başladım. Anlamıştım ki metafizik yahut ruhant meseleler araştırmak istiyorduysam eğer, başladığım nokta tamamı ile yanlış idi. İlk bakmam gereken kaynak dinler ve mitolojileri iken somut konular ile harcamıştım vaktimi fuzûli. Tabii koşullar altında tahsil etmenin hiçbir türlüsünü lüzumsuz görmesem de, acelesi vardı ruhumun bu esna... Mekteplerin, sıradan kitapların sunmadığı gizli bilgeliği arıyordum.

Velhasılıkelam, doğaüstüne yer veren ne kadar kaynak varsa temini için sıvadım kollarımı. İlk başta birkaç mitolojik yaratığa göz attım amma, aradığım mevzu pek o minvalde ilerlemiyordu ve bu yaratıkları pek gerçekçi bulmamıştım. Ne kadar kaynağa baktım ise de gaibden haberdâr olmamın, öte âlemlerdeki varlıklarla iletişime geçmekten başka bir yolunu bulamadım. Dolayısı ile çeşitli ritüeller denerken buldum kendimi. Ben ki bu tarz "hurâfeler" ile uğraşanları pleb, avam diye niteler idim, şartlar gerektirince nasıl da onlara benzemiştim...

Gel zaman, git zaman, bir şekilde bir takım varlıklar ile irtibâta geçmeyi başardım. Bunun netîcesinde ise kâh musallat olundum, kâh korkutuldum, kâh muzip tahifesinden birkaçı tarafından alaya alındım... Bir çok tecrübe edinmemin yanı sıra gitgide metafiziksel varlığımı açığa vurmaya başlamıştım, başlamaz olaydım. Kendimi ifşâ ettiğim için artık tespîtim epey kolay idi onlar için. Durmaksızın zîyaretçiler tarafından tâciz ediliyor idim. Birkaç gece uykumdan oldum, rûyalarımdan oldum. Tam pes edecektim ki, iyi niyetli bir tânesi ile tanıştım. Birkaç asır yaşamış olan bu bilge varlık tarafından öğütler, yeni bilgiler alıyor, bu vesîle ile kendimi bir nebze koruyabiliyordum.

Birkaç ay devâm etti bu karşılıksız muhabbet. Ruhant varlığım günden güne büyüyor, aldığım önlemler de günden güne etkisizleşiyordu. Sonunda güçlüce bir tânesi, korunmak için kullandığım her türlü efsûnu bertarâf edip gözlerimin önünde belirdi. Kendisine secde etmemi istedi, reddettim. Sinirlenmiş olacak ki etrâfımda bulunan her şeyi toz etti. Etrafımda zerrecik bile kalmayınca gözüm korktu, secdeye yeltendim. Tam bu sırada, muhabbet içerisinde olduğum varlığı hissettim, bir sâniye sonra da mel'un yaratığın önünde belirip kulaklarımın sıhhâtini zar zor muhafaza eyleyeceğim bir frekansta ve bilmediğim bir dilde konuşmaya başladı. Kötü niyetli mel'un cevap vermeye yeltendiğinde kulaklarım kanamaya başladı. Bir süre sonra da zihnim bulandı, kendimden geçmişim...

Kendime geldiğimde ikisini de göremedim. Ama yine de titriyordum. Bedenimi tam bir hükümle yönetemiyordum. Damarlarımda gezinen korkuyu hissedebiliyordum. Kalbim parçalanacakmış gibi olmuştu.

Diğer odalardaki eşyâlarımdan bana yük olmayacak olanlarını bir bohçada toplamaya başladım. Kaçıyordum! Mel'un varlık yüzünden değer verdiğim bir tâne materyâlim kalmamış da olsa, yolculuğum sırasında işime yarayacak nesnelerden bâzıları varlığını koruyordu. Buralardan olabildiğince uzaklaşmayı düşünüyor idim. Nereye gideceğim hakkında ise en ufak bir fikrim dahi bulunmamakta idi. Binek edinmeye yetecek altınım vardı, ve fakat bu altını ata, eşeğe harcar isem hayâtımı idâme ettirebilecek metelik bulamayacak idim. Sanırım bir yerlerden hırsızlık etmem îcap...
"

-Yeterince işittim efendi! İnsan böyle küfürlerle ağzına necâset bulaştırmamalı! Neyse... Bundan gayrı nüshâ mevcut mu?

-Hayır efendim, bunu pek bilinmediği acemî dönemlerinde iken yazmış. Evvelden yazdığı içün beğenmemiş, eksik bulmuş olacak ki, geçenlerde iki veled-i zîna çöpte bulmuşlar. Onlardan edindim.

-İçinde şüpheli görünen bir mühür var mı?

-Vallahi b..ben pek bilmem ne menem mevzuulardır bunlar...

-Ver ulan şunu bana!

Yıpranma aşamasını geride bırakmış, neredeyse çürümeye başlamış olan kitabı bir hışımla aldı yardımcısının elinden. Sayfaları çevirmeye, pür dikkât incelemeye koyuldu. Her yeni sayfada gözleri daha da açılıyor idi. Son sayfaya gelince kaşları alnını yırtarcasına çatık, dişleri gıcırdar şekilde âni bir hamleyle yardımcısına döndü. Kitabı sert bir şekilde ona fırlattıktan sonra:

-Bunu götür, yak. Küllerini de sirkeye kat, lağıma savur...

-Ama efendim, onu edinmek için söylemesi ayıptır üç gümüş verd...

-Al bu keseyi, mükâfatındır. Lâkin bir daha emrim üstüne sorgu edersen, lağıma gidecek olan kafandır!

-Bağışlayın efendim...

Yumruğunu öylesine sıkmıştı ki, avuç içlerindeki tırnaklarından sebep hilalciklerden kan akmaya başlamıştı. İstemsizce mırıldanmaya başladı:

-Kâfiiir... Mendebuuuur... Zerdüşt! Seninle işim bittiğinde hayâtını evvelki tabii hâli ile yaşamış olmayı dileyeceksin.
Simplicity is the ultimate sophistication.
İnceyi gördün mü? Hem sâdelik dedim, hem adamın tam adını yazdım. İşte bunlar hep oksimoronik yaklaşımlar. Bunu tarayıcının adres çubuğuna yapıştırdın.
-Leonardo di ser Piero da Vinci
Kullanıcı avatarı
Kafkaesque
 
Mesajlar: 22
Kayıt: Cmt Eyl 20, 2014 1:26 am

Re: Mücerredât / Bir Arş-ı vehim...

Mesajgönderen Kafkaesque tarih Pzt Eki 06, 2014 6:50 pm

Mücerredât / Bir Arş-ı vehim.

Üç şey vardır ki bunlar uzun süre saklı kalmaz: Şems, kamer, hakîkat!

- Gautama Buddha



İkinci kısım:

Resim

Gözünü açar açmaz uyandı. Diğer insanlar için oldukça meşakkatli olan uyanma süreci, onun için bir saniye içinde olup biten bir mesele idi, zîra yağsızlıktan omuriliğinin yarısını görmeye imkân veren sırtına büyük mes'uliyetler yüklemişti kader. Hava henüz aydınlanıyor olduğu için, gözünün zar zor seçebildiği anne ve babasını ezmeden yürümekte güçlük çekiyor da olsa, günün en güzel kısmı bu vakitler idi onun için, tadını çıkaramıyor da olsa.

Bir göz olan evlerinden çıkıp da, tulumbaya doğru giderken elini yüzünü yıkamaya, önceki gün gördüğü kız gelmişti hatırına. Kendisi yaşlarında olmalıydı, boyu çok az daha uzun olsa da. Kendisine, o kızla aynı muhitte yaşasalar, hayâtının ne kadar farklı olabileceğini düşünme izni verdi kısa bir süre için. Sonra da matbaanın yolunu tuttu, tab'a-i ûlâya yetişebilmek için.

Şems henüz yeryüzünü ısıtmadığı içindir, taravetli ceridelerin elini yakmasından değildiyse de; günün havâdislerinden kimsenin haberdâr olmak istememesinden sebep bir hayli müteessir idi. İnsanların ülke hârp hâlinde iken neler olup bittiğini merâk edip de durumlar düzelince etmemesini anlayamıyordu. "Neden kötü havâdisleri almayı iple çekiyorlardı da iyi havâdisler ile alâkadar olmuyorlardı? Akıllarını mı yitirmişlerdi?"

Derken, kendisine doğru yaklaşan iri kıyım, orta yaşlı ve iyi giyimli adamı fark etti. Cüssesinden ve çatık kaşlarından ötürü biraz ürkse de, erkeksi yüz hatları ile çelişircesine mâsum görünen çehresi, bir nebze içini rahatlatmıştı.
-Çocuk, ver bakalım bir ceride...

Lâfı işitmesi ile anlaması ve cevap düşünmesi arasında belli bir süre geçti.
-Buyur beyim.

Gazeteyi uzattığı sırada, gözü, iri kıyım adamın belindeki çakmaklı tabancaya kaydı. Adamın bir zaptiye olduğu kanısına vardığı için, ceridenin parasını vermeden gideceğini düşündü ve bu da günlük kazancını sekteye uğratacaktı. İşte tam olarak bu düşünceleri sebebiyle şaşırmıştı, kendisine doğru gelen gümüş sikkeye. Havada iki eliyle zar zor yakaladığı bu sikke aşağı yukarı bir haftalık kazancına denk olduğu için sevinçten adamın boynuna sarılmayı bile düşünmüş, ama son anda vazgeçip kendisini durdurmuştu.
-Sağolasınız beyim. Tanrı sizden râzı olsun.



Gazeteci çocuğun yanından ayrılırken "Biz de ona uğraşıyoruz ya..." diye mırıldanmıştı iri kıyım herif. Sâhiden de uğraşı, çabası ve şu lahzaya gelene kadar harcanmış uzunca zamânı, hepsi bu uğurda idi.

Her sıradan günde yaptığı gibi, rastgele bir çay ocağı buldu. Her çay ocağı gibi bu seferki de epey küçüktü ve özensizce döşenmiş idi. Ama çatık kaşlı adam, pek umursuyor gibi görünmüyordu. Zîra taburesine oturduğu andan îtibâren, başını bir an olsun okuduğu başlıktan kaldıramamıştı.

Resim

Memleket ne hâllere düşmüştü... Kendisine izin verilse, yanına birkaç yetenekli genç yiğit alıp da eğitse ve sırf bu alan üzerine yoğunlaşmış olan bir zaptiye kolu kurabilse, belki bu olaylara bir nebze olsun engel olabilecekti...

Ama yok, hayal ürünü idi bunlar! Kendisi de aklını yitirmişti zâten. Neden inanacaktı ki âmirleri ona?
-Ağabey bir cevap verirsen... Ne getirem sana?

Efkârını densizce bölen bu yüksek sesin kaynağına doğru şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra sert bir ifâde ile "Çay tabi, ya ne olacaktı?" dedi, ve gözlerini tekrar gazetesine çevirdi. Zihnini okumak ile meşgûl etmeye çalışıyordu da, çok da başarılı olduğu söylenemezdi aslında. Zîra aklından bir türlü gitmiyordu, kahrolasıca mel'unu neden bir türlü yakalayamadığı... Cevap çok basitti aslında, "mel'un" olması ile aynı sebeptendi yakalanmaması. Tanrının lânetini üstüne çekmeyi kabullenmişti, tabii olmayan güçler elde etmek uğruna. Yine aynı güçler sâyesinde paçayı sıyırıyordu her defâsında...

Büyüye karşı savaşma amacı taşımak koşulu ile büyünün tahsilinin helâl olduğunu söyleyenler olsa da, o hiçbir şekilde caymıyordu kemikleşmiş düşüncelerinden. "Beşer, Tanrıyı oynayamazdı!"

Gününün ilk gülümsemesi filizlenmişti çaycının suratında; çatık kaşlı adam, çayına şeker atmayıp, şekerleri tepsiye geri koyunca.



Çayı da geldiği için, tütününü sarmaya başladı. Bu oldukça hassas bir mevzu idi. Çarşafı her iki taraftanda içe doğru epey nâzik parmak hareketleriyle kıvrık tutarken, bir taraftan da daha önceden eliyle karıştırdığı tütünden ufak yığınlar alarak boca etmesi gerekiyordu çarşafın ön tarafına, yâni ortaya çıkacak sigaranın uç kısmına. Oradan da ortalara yayıyordu bu tütünü. Daha sonra cerideden kopardığı ufak bir parçayı minik bir zıvana hâline getirip sigaranın ağıza gelecek kısmına iliştirmek sureti ile sigarasını tamamlıyordu. Hayâtında mesleği dışında uğraşını en çok verdiği mevzu bu idi, yâni sigara sarmak.

Sigarayı yaktıktan sonra çaydan bir yudum alacaktı, çünkü sigarayı çay ile aynı anda bitirmek her tiryakinin onulmaz takıntısı idi. Kibritini çıkarıp çakarken, sanki kapalı alanda değilmişçesine diğer elini aleve siper etti. Ülke insanının genel takıntısı idi bu, sigarayı sigarayla dahi yaksalar, ellerini rüzgâra karşı siper ederlerdi.

Derken, kibritin alevi bir anda söndü. Hattâ çay ocağının içinde yanan her bir alev, içeriye ışık veren gaz lâmbalarının alevleri dahi eşzamanlı olarak söndü. Çay ocağı çalışanları, gaz lâmbalarını tekrar yakarlarken, hiçliğin ortasından bir adam gelip, oturdu masasına çatık kaşlı adamın. Kimse kapıdan içeri girdiğini dahi görmemişti bu tuhaf adamın.
-Hem acâib-i dekâik kullanıyorsun, hem de gelip destursuz masama oturuyorsun...

Tabancasını masa altından ateşlemeye hazırlayışının sesi duyuldu bir an için.
-Tetiği çekmemem için tek bir sebep söyle.

İfâdesiz suratını küçük bir hareketle gülümsemeye zorladı ne idüğü belirsiz, sakallı ve kapüşonlu adam.
-Senin dininden değilim efendi, benim ne halt ettiğim seni alâkadar etmez.

Bu sırada eğilip iyice yaklaştı iri yarı adama.
-Ayrıca söylemek üzere olduklarımı merâk etmesen, beni çoktan öldürmüştün...

Arkasına yaslandı kaşlarını çatmayı bir an için bırakıp.
-Eh, yerinde bir çıkarım. Lâkin beni tanıyor isen sabırsız olduğumu da işitmişsindir.

Bir kahkaha patlattı tuhaf yabancı, çok dikkât çekmeyecek şekilde.
-Yaptığın işler elbette kulağıma çalınıyordu, ama seni tanımak mı? Hâşâ ve kat'a, şu saniyeye kadar senin hakkında en ufak bilgi kırıntısına dahi sahip değildim.

Gözleriyle sol tarafındaki boşluğu işâret ederek:
-Hepsini "o" söyledi.
Simplicity is the ultimate sophistication.
İnceyi gördün mü? Hem sâdelik dedim, hem adamın tam adını yazdım. İşte bunlar hep oksimoronik yaklaşımlar. Bunu tarayıcının adres çubuğuna yapıştırdın.
-Leonardo di ser Piero da Vinci
Kullanıcı avatarı
Kafkaesque
 
Mesajlar: 22
Kayıt: Cmt Eyl 20, 2014 1:26 am


Dön Fanfiction - Kurgu Köşesi

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir

cron